7bin km2de yasayan 5 milyon kişisiyle dünyanın metrekare başına en çok insan düşen 3. yoğun ülkesi Singapur'dayken kendimi azıcık Jim Carrey'in Truman Show filminin Çinli versiyonunda gibi hissediyorum. Tepemdeki faunusu göremedim ama her yer gerçekten her hareketimi izleyen kameralar ile dolu.
Farklı bir yerde olduğunuzu daha uçaktan inip havaalanına girdiğinizde anlıyorsunuz. Pasaport kontrolünden jet hızıyla geçip botanik bahçesi gibi ağaçlarla bezenmiş tertemiz koridorlardan geçerek bavulu almak sanırım hiç bir yerde bu kadar kısa sürmemişti. Oldukça sistematik çalışan upuzun taksi kuyruğunda da en fazla 8-10 dakika geçiriyorsunuz.
Yanında kaldığım arkadaşımın evinde sabah uyanıp camdan dışarı baktığımda gördüğüm manzarayı da Truman Show'da gördüğüme eminim.
Singapur'a gelmeden önce buranın Dubai gibi olduğunu düşünüyordum. Çok sayıda yabancının yaşaması, pahalı bir yer olması ve adım başı karşınıza çıkan alışveriş merkezleri dışında çok fazla benzerliği olmadığını söyleyebilirim. Öncelikle inşa edilen o kadar yüksek binaya rağmen bu şehir/ülke yemyeşil. Şehrin içinde dahi yağmur ormanı sıklığında ağaçlık alanları korumuşlar. Bu da şehrin havasını kesinlikle değiştiriyor.
Belli başlı yapılacaklar
var, hangisinden başlayacağıma karar veremeyince yürüyerek bir başlayayım
diyorum şehri keşfetmeye. Marina Bay tarafında bulunan Singapore Flyer’dan
başlıyorum yürümeye. Singapore Flyer’a çıkmaya bence pek gerek yok. Londra’daki
London Eye taklidi bu dönme dolaba binip yarım saatinizi heba etmek yerine,
aynı manzarayı daha keyifli bir şekilde izleyebileceğinizi bir çok tepe nokta
var Singapur’da. o yüzden Flyer’in yanından geçerek 3 kule olarak inşa edilmiş
Marina Bay Sands otelinin tepesindeki Skywalk’a gidiyorum.
Hava güzel ve rüzgar da olmadığı için buradaki
Kudeta restoran bar’da bir şeyler atıştırıyorum. Singapur çok pahalı bir yer
diyenlerin ne demek istediğini ilk o noktada tecrübe etmiş oluyorum. İki bira
ve bir snack için 61 dolar. Yani aşağı yukarı 85 TL ödüyorum. Neyse ki biralar
soğuktu. Üstüne bir bardak soğuk su içmeme gerek kalmadı.
Marina Bay Sands otelinin
altında büyük bir kumarhane açılmış. Devlet buraya sadece turistleri çekmek ve
Singapur’da yaşayanların gelmesini kısıtlamak amacıyla girişi yabancılara
ücretsiz, ülkede yaşayanlara ise 100 SGD
olarak belirlemiş. Ama bu girişim pek başarılı olamamış sanırım. Sohbet
etmeyi pek seven Singapurlu taksi şoförlerinden öğrendiğime göre kumarhane 1
sene içinde sadece yerli halktan 1milyar SGD kazanmış. Tabi kumarda kaybederek
fakirleşen halk da cabası.
Madem beleş ben de girip iki rulet oynayıvereyim diyorum ama
kazanır kazanmaz bırakmaya kararlıyım. Bir de oynanabilir en düşük bahislerde
oynamam lazım. ilk oyunda 6 SGD kaybedip, ikinci oyunda 4 SGD’yi 32 SGD
yapınca, tamam artık yeter diyip kaybetmeye başlamadan olay yerinden uzaklaşıyorum.
Bir sararsam bütün günü burada geçirme riski var. J
Marina Bay SAnds’in
arkasında nispeten yeni açılan bir park olan Gardens By the Bay’e giriyorum.
Burası kocaman bir bahçe. Her taraf çiçekler böcekler. Ortada iki tane dev
faunus var. Bunlardan biri Flower Garden, diğeri Cloud Garden. Cloud Garden
bakım için kapalı olduğu için giremiyorum. Flower Garden’da hemen hemen bütün
bitki örtülerini sergileyen bir ortam yaratmışlar. Bir yanda Akdeniz iklimi
örnekleri olarak sardunyalar, zeytin ağaçları, bir yanda çöl kaktüsleri. Bir de
erguvan ağaçları koysalarmış, gidip ayrıca tebrik edecektim arkadaşları. Çok
başarılı ve çok keyifli bir yer olmuş Gardens by the Bay.
Akşama doğru yemek yemek
ve bir şeyler içmek için şehrin en popüler yerlerinden biri olan Clarke Quay’e
gidiyorum. Burası çok temiz, çok bakımlı, onlarca restoran ve barın olduğu bir
alan. Çeşit çeşit restoran var. Kimisinden rock müzik duyulurken, kimisinin
önünde dansöz oynuyor.
Clarke Quay’in hemen
yanıbaşındaki Jumbo’da chili crab yemeye karar veriyoruz. bu Jumbo’nun aslı
East Coast’taymış, burası şubesi. Muhteşem lezzetli dev bir yengeç ve bilimum
deniz ürünü yiyoruz.
Ertesi gün biraz daha planlı ve programlı
olarak ne yapacağıma karar vererek çıkıyorum dışarı. Singapur’da gitmezsen
olmaz bir yer varsa o da sanırım hayvanat bahçesi. Bir rivayete göre bir tam gününü orada
geçirecek şeklinde plan yapmak gerekiyormuş. Bu bana abartı geldi, yarım gün
yeter dedim. Nitekim yetti.
Hayvanat bahçesi deyip geçmemek lazım tabi.
Bahçe falan değil, bildiğin ormanlık alanın bir kısmını hayvanlara tahsis
etmişler, onlar rahat rahat yaşasın diye ellerinden geleni artlarına
koymamışlar. Bizim ülkemizde insana bu kadar değer verilse kim bilir nasıl bir
hayat süreriz.
Hayvanat bahçesi için geçtiğimiz hafta
Çin’den bir çift panda getirilmiş ama sanırım henüz sağlık kontrolleri vs
yüzünden sergi alanına dahil edilmemiş. Ona rağmen beyaz kaplanlardan
penguenlere her çeşit hayvanı doğal ortamlarında izlemek mümkün.
Hayvanat Bahçesinden sonra şehir hayatına
geri dönüyorum. Bu kadar doğa biz şehir insanının ekosistemini bozabilir.
Abartmamakta fayda var. Bu yüzden dahası diye ısrar edenler için Bird Park ve
hayvanat bahçesinde gece safarisi etkinlikleri de önerilebilir.
Bense inatla Singapur’da “tarihi” ya da
“kültürel” yerler arayışı içindeyim.
Singapur’da yaşayan en kalabalık etnik grup olan Çinlilerin mahallesine
gidiyorum. Tabi ki Çinliler her yerde ve bu mahallede yaşamıyorlar ama
Chinatown onların geleneksel yaşama ve yemek kültürlerinin tadına varmak için güzel
bir mekan. Burdaki Sri Mariamman Tapınağı ve içinde yüzün üzerinde el yapımı
Buddha heykelini barındıran Buddha Tooth Relic Tapınağı görülmeye değer.
Kasımpaşa usulü sıralanmış tezgahların
arasında yürüyüp bir metro istasyonu ararken iki gün boyunca gözlemlediğim bir
gerçeğin farkına varıyorum: Singapur’da eğer bir şekilde yardıma ihtiyacınız
olursa, adres ya da soru sorma ihtiyacınız olursa, size önerim bunun için bir
Çinliye değil Hintliye yönelin. iki nedeni var. Birincisi Hintlilerin tamamı
kesinlikle ama kesinlikle İngilizce konuşuyor. Diğer sebep ise Çinliler ise
genel de daha umarsız ve baştan savar gibi cevap veriyorlar size. Kabalık
derecesine varabiliyor bu umursamazlıkları. Taksi şoförlerini bu genellemenin dışında
tutmalıyım hakkıyla. İstisnasız bütün taksi şoförleri bayılıyorlar hem
ülkelerini anlatmaya hem de sizi dinlemeye. Sanki taksici olmanın ön koşulu
bunlarmış gibi.
Yeni bir akşam için dışarı çıkıyoruz. Singapur’da
akşam gidilecek tek yer Clarke Quay değil tabi. Öncelikle şehrin en eski oteli
olan Fullerton otelin ( http://www.fullertonhotel.com/
)bahçesindeki restoranlarda sakin bir yemek de yenebilir. Ya da
Singapur kokteyli olarak bilinen Singapore Sling’in yaratıcısı olan Long Bar’da
(http://www.worldsbestbars.com/singapore/singapore/long-bar) bir şeyler içilip canlı müzik de dinlenebilir. Tatlı içki sevmiyorsanız Sling’i denemeyin
bile. Az alkollu meyve kokteylini andıran bir içki bu.
Singapur’u Singapur’un en yüksek
noktasından görmek isterseniz 1 Raffles Street Tepesindeki Altitude isimli bara
gitmenizi tavsiye ederim. Giris için 50 SGD ödüyorsunuz ve buna ilk içkiniz
dahil. İçkiniz binanın girişinde giriş parasını verirken seçiyorsunuz; sonradan
değiştirmek yok J Roofbar’ın en güzel
örneklerinden biri. Çalan müziklerden çok fazla beklentiniz olmasın, insanlar
zaten buraya içki, icip muhabbet etmeye geliyor belli ki. Ortalıkta dans eden
bir kitle göremedim.
Singapurda adım başı alışveriş
merkezlerinden, sıra sıra dizilmiş minimum alışveriş tutarının 2-3bin dolar
olabileceği Louis Vuitton, Hermes, Vertu gibi dukkanlardan, başka bir kültür
olması ümidiyle arayışlara giriyorum. Çin mahallesi gibi bir de Hint mahallesi
var tabi ki. Çinlilerden sonraki en kalabalık etnik grup onlar. Litlle India’da Sri Veeramakaliamman
Tapınağına gündüz vakti gitmek çok akıllıca olmadı ama. Tapınak öglenden
akşamüzeri 4e kadar devam eden ibadet sebebiyle kapalı olduğundan sadece
dışındaki muazzam işçiliği fotoğraflamakla yetiniyorum.
Tapınağın biraz ilerisinde mekanla aynı adı
taşıyan Little India pazarını geziyorum. Renklerle, kokularla her yer buram
buram Hindistan. Nakış dokur gibi özenle yakılan kınaları da hayranlıkla
izliyorum.
Little India’dan Malay
Heritage Center’a doğru giderken arada Arab caddesinden geçiliyor. Bu kadar
farklı kültürlerin birbirine neredeyse bitişik yerleşmesi çok ilginç. Hele ki
500 metre arayla bir Budist tapınağı, bir camii ve bir kilise görmek sanırım
Singapur dışında bir yerde mümkün değil.
Bu kadar kültürel mekan 100 seneden daha az
tarihi olan bir ülke için yeter de artar bile.
Başka ne yapılır bu Singapurda diye sorduğumda herkesten Sentosa Adası
cevabı geldiği için, isteksizce ama sadece çok ısrar edildiği için rotamı
Sentosa’ya çeviriyorum.
Bu ada şehirden teleferikle (en pahalı
yöntem), trenle, taksiyle veya köprünün üzerinden yürüyerek geçilebilecek bir
eğlence merkezi adası. İçinde ufak bir Universal Studios parkı, su altı canlıları parkı, kelebek ve
böceklerin sergilendiği bir alan, birkaç tane plaj, bir sürü restoran, bir
takım oyunların oynandığı koca bir eğlence merkezi burası. Bana burası için tam
gün ayırmam söylenmişti ama ben başıma geleceği hissederek 3 saatle
yetiniyorum. Çoluk çocuklu aileler için daha tatmin edici olacağı kesin. Beni
pek açmadı ama isteyene mani olmayayım..
3-4 gün yeter de artar bile
Singapur’a. Daha fazla zaman olursa
çevre ülkelere (Malezya ve Endonezya)’ya deniz tatiline gitmek daha anlamlı..