Avustralya’nın çoğu ülkeden giriş noktası. Avustralya
denince ilk akla gelen şehir. Yeni yıla ilk giren büyük şehir.
Hem Avrupa’ya hem de Amerika’ya bu kadar uzak olup her
ikisinden de tonla ziyaretçisi olmasını neye borçlu acaba Sydney? Yoksa hepsi
benim gibi “en uzak nereye gitsem” diye düşünüp dünyanın bir ucundaki bu şehre
mi gelmeye karar vermiş? Muhtemelen. Tabi ana dilin ingilizce olması Anglo Sakson toplumu için ayrı bir avantaj. Dil problemi yaşamadan "dünyanın bir ucuna gittim" diyebilecekleri bir yer burası..
Dünyanın bir ucu, bize göre dünyanın bir ucu.
Avustralya’daki haritalara göre burası dünyanın tam ortası.
Sadece ziyaret amacıyla değil, çalışmak için gelen yabancı
da çok bu şehirde. Daha ilk gün
tanıştığım Kanada’lı Jessica (kendine Sica demeyi tercih ediyor) 7 saatte
çalışma iznini aldıüğını söylüyor bana. Kanadalı olunca kolaydır muhakkak ama
ülkelerindeki hayatı bırakıp burada garsonluktan masörlüğe çeşitli işlerde
çalışmaya gelen yabancı sayısı az buz değil, o kadar ki Avustralya degil bir
dünya şehri Sydney.
Bir yandan büyük, diğer yandan küçük bir şehir Sydney. Metro
haritasında şehrin merkezi olarak geçen CBD (Central Business District)’nin
bulunduğu yerde 3-4 tane durak var. Ama tüm metro haritasını toparlamak o kadar
zor olmuş ki bu haritaya kolaylıkla ulaşmak mümkün değil. Bildiğin demir
ağlarla örmüşler şehri. Her durakta o noktaya gelen hatları da gösteren
haritalar var; onlar bile İstanbul raylı sistemini döver.
CBD’ye yarım saatlik yürüme mesafesindeki Kings Cross
mahallesinde bir oteldeyiz. Burası bir nevi Taksim. Barlar, restoranlar,
backpacker hostelleri, striptiz şovları vs.. yok yok. Gündüz vakti burada
yapılacak pek bir şey yok. O yüzden CBDye doğru yürüyoruz. Yolda bir parkın ve
Anzak anıtının yanından geçiyoruz. Biz sadece Çanakkale kısmını biliyoruz ama
bu adamlar dünyanın dört bir yanına savaşmaya gitmişler. Dünyanın bir
köşesinde sakin ve huzurlu bir yaşam sürmek batmış herhalde.
Her şehir en büyüğünün kendisinde olduğunu iddia eder ya;
işte öyle en büyük Çin mahallelerinden birine giriyoruz. Avustralya yemeklerini
çok özelliği olmadığı için (insan sürekli kanguru, emu ve timsah yiyemez ya)
kapağı bir çin restoranına atıyoruz. Oldukça salaş bir restoran ama yediğimiz
en lezzetli yum-chalar burada.
Akşam yemeğine kadar sokaklarda dolanıyoruz. Yürünebilir
büyük şehirleri seviyorum. Sokaklarında rahat rahat dolaşıp sağlı sollu bar,
restoran dükkan görüp oyalanmak zevkli bir şey. Sydney de böyle bir yer.
Tarihinin çok eski olmamasına takılıyor
insan bazen. “Historic” diye gösterilen herhangi bir yerin 150 yıllık geçmişi
var. Tarihe takılmamak lazım o anlamda. Londra’dan daha sempatik, sokak
aralarından denizin varlığını hissedebildiğiniz bir şehir Sydney. 3 monkeys
bar ya da en eski bar olan Fortune of War gibi gibi barların sokaktan insanı içeri davet ettiği, kasıntı insanların
olmadığı, herkesin aksanlı bir İngilizce konuştuğu bir şehir. Aksanlı, sadece
Avustralya aksanı değil tabi. Almanı, Hintlisi, İskoçu, Türk’ü. Herkes
Engilizce konuşuyor J
Paddy’s markets ve Haymarket’ta tezgahları dolaşarak zaman
öldürmek mümkün tabi. Bir şey almaksa
çok anlamlı değil. Amerikaya gore iki kat, Turkiye’ye göre 4-5 kat pahalı her
şey. Gene de gönlünüzden hediyelik bir şeyler almak geçiyorsa durmayın. (www.paddysmarkets.com.au) Eğer denk
gelebilseydik her ayın ilk cumartesi olan Surry Hills market çok daha renkli ve
çekici olacaktı hiç şüphesiz.
Akşam yemeği için Darling Harbour’a gidiyoruz. Ortasında
kanal/deniz/boğaz/nehir – ne derseniz – su olan, iki tarafında onlarca bar ve
restoranın olduğu bir bölge burası. Su kenarında ama İstanbul’da boğaz
kenarında oturmak gibi değil. Arada geniş bir yaya yolu var örneğin. İki yaka
birbirine boğazdan daha yakın ve bir yakanın arkasında dev gökdelenler
yükseliyor. Akşam olduğunda ışıklı binalarla çok güzel bir görüntü ortaya
çıkıyor. Kasım ayında güney yarım kürenin güneyi hala tam anlamıyla yaz ayını
yaşamaya başlamamış anlaşılan. inatla dışarıda oturuyoruz ama üstümüzde
ceketlerle.
Ertesi gün turistik pozlarımızı çekmek üzere yürüyerek
Sydney’in simgesine gidiyoruz: Opera binası. Yelkenlilerden esinlenerek inşa
edildiğini anlamak çok zor değil. Görkemli bir bina gerçekten. İçinde bir
konser dinlemek için programa bakıyoruz ama ilgimiz çeken bir konser yok
maalesef. Bu seferlik bu kısmı es geçmek gerek.
Opera binasının oradan tüm görkemiyle yanına iki yakayı
birbirine bağlayan Harbour Bridge’e ilerliyoruz. Bu köprünün yapımı 6 milyon
dolara malolmuş. Ama Avustralyalı kardeşlerimiz bu parayı sadece köprü geçiş
ücretleriyle değil başka yoldan da çıkarmanın yolunu bulmuşlar. Turistik bir
etkinlik olarak köprünün üzerine tırmanma olayı var. Tırmanma deyince yanlış
anlaşılmasın, halatlarla tırmanmaktan bahsetmiyoruz. Biraz eğimli bir
platformda kah yürüyerek kah merdiven çıkarak köprünün tepesine çıkıp Sydney’e
tepeden bakmaktan bahsediyoruz. Bir ton para vererek bu aktiviteye yazılıyoruz.
Hesaplarımıza göre sadece bu aktiviteden günde 20bin dolar falan kazanıyor
köprü. Sanki dünyanın en tehlikeli olayıymışcasına
bize özel giysiler felan veriyorlar. Orada kendileri fotoğraf çekip satacakları
için fotoğraf makinalarımızı da yanımıza almamıza izin vermiyorlar. Ama şehre
tepeden bakıp her yeri görebilmek güzel bir his.
Akşam yemeğinden önce Avustralya sahillerinin tüm sualtı canlılarını göreceğimizi vadeden
Sydney’s Sealife Aquarium’a giriyoruz. Gerçekten yok yok. Köpekbalıklarının ve mantaların fotoğrafını çekmeye çalışırken yaşadığım heyecan fotoğraf makinamın ölümüne
sebep oluyor. Seyahatin bundan sonraki kısmına için iPhone’a mı muhtaç kaldım
acaba.. Mutsuzum çok mutsuz….
Ertesi gün hava açmamakta direniyor ama biz de görmeden
ölmeyelim bilinci ve göreviyle Bondi Beach’e yolumuzu tutuyoruz. Sanki kötü
bulutlar sadece şehrin tepesini mesken tutmuş. Bondi Beach’e geldiğimizde hava
günlük güneşlik. Halbuki şehirden kuş uçuşu 10 km uzakta bile değiliz. Bulutlar
dağılmış durumda ama hava gene de “hadi denize girelim” demiyor sabahın 10u
itibariyle. Buna rağmen bazı deliler sörf tahtalarını almış her dalgayı
yakalamaya çalışarak sörf yapmaya başlamış bile. Kahvaltı ettikten sonra geniş
uzun Bondi plajında kumların üzerine yayılıyoruz. Hava ısınınca da sörfçüler
gibi biz de dalgalarla savaşmak üzere denize giriyoruz. Tek eksiğimiz sörf
tahtası. En az onlar kadar zevk aldığımıza eminim ama.
Havayı güzel bulmuşken sahilden Coogee Beach’e doğru da bir
yürümek lazım. Hem maksat spor olsun hem de muhteşem manzarayı izlemek
adına. Ama havanın güzel kalmaya pek
niyeti yok. Akşam itibariyle yağmur yağmaya başlıyor. Hala yaz gelmemiş
buralara.
Son gecemizi bir Latin restoranında geçiriyoruz: La Bodeguita del Medio. Hem canlı müziğin hem de lezzetli yemeklerin olduğu güzel bir yer burası. Kıyafetimiz şıklık ortalamasının biraz altında ama kimsenin taktığı yok neyse ki.
Aslında Sydney’de yapılacak daha başka şeyler de var;
örneğin bir hayvanat bahçesine gidilebilir kanguru, kaola falan görmeye. Ama bu
arkadaşları doğal ortamlarında görmek için oldukça fazla fırsatımız olacak o
yüzden bu kısmı pas geçiyoruz. Bondi beach’in
yanı sıra kuzeyde de Manly Beach başta olmak üzere pek çok plaj var. Her
birinde günler geçirilip sörf tahtası ile dalgalarla boğuşmayı
öğrenebilirsiniz. Sydney’e mayıs – ekim ayları arasında uğrarsanız balinaları
görebileceğiniz turlara da katılabilirsiniz. Kasım itibariyle balinaları görme
ihtimali azaldığı için turlara katılmak çok anlamlı olmuyor. Yoksa Cairns’teki
timsah olayının bir benzerini de burada yaşayabilirdik.
Son olarak Sydney’de bir ya da iki günlük bir aktivite
olarak yakındaki Blue Mountains’a gidilmesi öneriliyor. Gerçekten muhteşem bir
milli parkmış. Önümüzdeki 10 gün içinde çok sayıda milli park ziyaret
edeceğimiz için Blue Mountains’i da başka bahara erteliyoruz. Kısmetse bir daha
geliriz Sydney’e. Güzel şehir vesselam.